Devlet aygıtı, ekonomi, kültür ve eğitimle alakalı para getiren bütün alanlardan mümkün olduğunca çekilmelidir. Çünkü devlet, tabiatı gereği verimsiz ve kötü üretir. Oysa serbest piyasanın “görünemez eli” daha ucuza, verimli ve kaliteli bir biçimde üretir. Devlet, kendi varlığını iç ve dış güvenlik ile adalet alanına sıkıştırmalıdır.
Ayrıca devletin egemenliği de kısıtlanmalıdır. Daha “demokratik ve güçlü” devletlerin insan hakları adına antidemokratik ve zayıf devletlerin egemenliğini aşarak müdahalelerde bulunması meşrudur. Neoliberalizmin ideolojik-politik hegemonyasının sürdüğü 1990-2008 yılları arasında küreselleşme literatüründe “radikal küreselleşmeciler” diye anılan ideologlar; milli devletlerin aşıldığı ve insanlığının milli devlet ötesi bir aşamaya geçtiği teziyle birlikte çok kültürcülük, etnikleştirme, federalleştirme eksenli olarak yoğun bir şekilde savunmuşlardı. Hiper-küreselleşmeci tezlere göre milli devletlerin yerini üretim bölgeleri almalıydı. Radikal küreselleşmeciler, aşıldığını ileri sürdükleri milli-üniter devlet yerine çok kültürcülüğün ve çok milletli federalizm uygulamalarının alması gerektiğini iddia ediyorlardı.
Radikal küreselleşmecilerin hedef aldıkları milli devletlerin gelişmiş ve küreselleşmenin ana dinamiğini oluşturan ülkelerden ziyade “çevre ülkeler” veya “güney” diye nitelendirilebilecek gelişmekte olan ülkeler ile az gelişmiş ülkeler olması ayrıca dikkat çekici idi.
Hiper-küreselleşmeci ideoloji ve politikalarının temel hedefi milli devletlerin zayıflatılması ve tahrip edilmesiyle birlikte “Çok Uluslu Şirketlerin” yeni sömürge alanları olarak gördüğü bölgelere yönelik olarak tasarlanan ve uygulanan politikalar vasıtasıyla hedef alınan ülkelerin adeta parçalanmasına hazırlanıyorlardı. Ancak çok beklenmedik bir şey oldu. Neoliberal küreselleşmenin çok kültürcülük, etnikleştirme, federalleştirme propagandası çevre ülkeler ile sınırlı kalmamış, ABD ve AB başta olmak üzere merkez ülkeleri de yıpratmaya başlamıştır. Batı kapitalizminin tetiklediği etnikleşme tartışma ve politikaları, bazı AB ülkelerinde ve ABD’de bir iç sorun olma niteliği kazandı.
Nitekim, hukuken üniter devlet niteliği taşıyan Büyük Britanya’nın bir parçası olan İskoçya, 2014 yılında İngiltere’den ayrılmak için referandum yapma noktasına geldi. İskoçya’nın ayrılması durumunda Kuzey İrlanda’nın da İngiltere’den ayrılması kaçınılmaz olacaktı. İskoçya’nın ayrılması zor durduruldu. Hukuken üniter devlet olmasına rağmen özerk bölgelerin ayrılıkçı akımlarının güçlenmesi neticesinde İspanya’nın en zengin özerk bölgeleri olan Bask ve Katalonya da ayrılma süreci içindedirler. Üniter devletten federal devlete dönüşen Belçika’nın Valonlar ile Flaman bölgesi arasında iki devlete ayrılması sadece uygun Avrupa konjonktürünü beklemektedir. Korona sonrası dünyada yaşanan gelişmeler ile Avrupa Birliği’nin bir bilinmezliğe sürüklenmesi durumunda Belçika ikiye ayrılabilir. Koronavirüs salgınından en derinden etkilenen ve bir Avrupa Birliği ülkesi olan İtalya salgın öncesinde dahi ikiye ayrılmıştı. Zengin Kuzey İtalya, fakir Güney İtalya’dan ayrılmak tezlerini seslendiriyordu. Korona salgını sonrasında İtalyan milli birliğinin daha güçlü olup olmayacağını göreceğiz. Milli Kimliğin güçlü olduğu Almanya’da dahi, Federal Almanya Cumhuriyeti’ne tarihsel farklı kimliğinden dolayı “Freistaat (Özgür devlet) Bayern” olarak katılan Bavyera’nın Federal Almanya’ya aktardığı paradan daha azını federal bütçeden aldığı gerekçesi ile ayrılma tartışmaları başlamıştı.
ABD’de Hispaniklerin ve diğer azınlıkların 313 milyonluk ABD toplam nüfusundaki oranının % 38.5’e[1] kadar yükselmesi ve 2040’da beyazların azınlığa düşeceği öngörüsü tartışmalara neden oluyor.[2] Amerikan güvenlik camiasının en önde gelen isimlerinden Samuel Huntington’un “Biz Kimiz” adlı kitabında neoliberal çok kültürcü Amerikan siyasal elitlerinin milli kimliklerini yitirerek Amerikan halkından koptuğunu ileri sürdü.[3] Özetle, milliyetin yerine milli kimliksiz/menfaatçi bireyi koyan neoliberal küreselleşme fikri, ortaya çıktığı topraklarda dahi tepki toplamaya başladı. Bu ülkelerdeki halklardan yükselen tepkiler üzerine ABD ve Batı Avrupa’da etnik-liberal politikalar hızla terk edilmeye başlandı. Batı dışı dünyada etnik sorunları tetikleyen ve politikleştiren ABD ve AB şimdi etnik sorunu denetim altına alabilmek için kültürel çoğulculuktan federalizm ve ayrılmaya giden süreçleri tekrar gözden geçirip, millî devleti güçlendirme arayışları içine girmeye başladılar.[4]
İngiltere Başbakanı David Cameron, 2011’de çok kültürlülüğün bir toplum vizyonu verme konusunda başarısız olduğunu belirtip, “yurdumuzda daha güçlü toplumlar ve kimlikler inşa etmeliyiz. Artık daha az pasif hoşgörüye ve daha çok aktif, güçlü bir liberalizme ihtiyacımız var. Pasif hoşgörülü bir toplum yurttaşlarına yasalara uydukça, size karışmayız demektedir. Böyle bir toplum farklı değerler karşısında tarafsızdır. Fakat, inanıyorum ki gerçekten liberal bir ülke daha fazlasını yapmalıdır. Bazı değerlere inanmalı ve onları savunarak geliştirmelidir. Konuşma hürriyeti, inanç hürriyeti, demokrasi, hukukun üstünlüğü, ırk ve cinsiyet ayrımı olmaksızın eşit haklar. Bu ülke yurttaşlarına bunlar bizi bir toplum olarak tanımlayanlardır. Bu ülkeye ait olmak bunlara inanmaktır” demekteydi.[5] Ancak artık bunun için çok geçti. Zira ABD ve AB ülkelerinde bir yandan milliyetçilikle birlikte bir yandan da milliyetçi tepkiyi söylem zemininde kullanan popülist siyasetler yükselmeye başladı.
Öte yandan devletin verimsiz ve yeteneksiz olduğunu iddia eden, milli devletin aşıldığı propagandasını yapan neoliberalizm; sadece finansal değil, aynı zamanda entelektüel bir çöküş olan 2008 finansal krizi sonrasında piyasanın görünmez elinden değil, devletten yardım istemek zorunda kaldı.
Öte yandan küreselleşmenin ağır bir darbe aldığı, milli-devletlere karşı ideolojik saldırısının zayıfladığı ve milli devletlerin gücünün/faydasının anlaşıldığı bir dönemde Türkiye’de ise “PKK Açılımı” çerçevesinde PKK terör örgütü ile yapılan müzakerelerle birlikte milli ve üniter devletin tasfiyesi süreci başlamıştı. Büyükşehir yasasının Türkiye’yi idari federasyona sürükleyen bir adım olduğu yasanın çıkış aşamasında ve sonrasında gerçekleşen sert tartışmalar sırasında birçok kez gündeme gelmişti. Anılan tasarının yasalaşmasından hemen sonra dönemin Başbakanı Erdoğan, “Aslında bugün gündemimizde olmamasına rağmen, valiler de seçimle gelebilir” diyerek, gizli gündemini açıklamıştı. Valilerin seçimle gelmesi ile merkez-çevre ilişkisinin siyasi içeriği ağır bir darbe alacaktır. Büyükşehirler devletçiklere dönüşecektir. Böylece mevcut idari federasyondan adı konulmamış bir siyasi federasyona geçilecektir. Büyükşehir yasası ile aynı süreçte çıkar diğer bir yasa Kürtçe savunmayı mümkün kılan yasa olmuştur. Bu sırada Güneydoğu Anadolu’da Kürtçeye alan açma adı altında yer isimleri değiştirilmeye başlandı. Erdoğan 2013 yılında Kanal D’de canlı yayınlanan TV programında “2023 yılında eyalet sistemine geçebiliriz” diyerek; “Güçlü ülkelerde eyalet endişesi olmaz… Osmanlı’da Kürdistan Eyaleti vardı… Güçlü bir Türkiye, eyalet sisteminden korkmamalıdır…” diyordu.[6] Oysa dünya milli-üniter devletlere dönüş süreci içindeydi. Korona salgını öncesinde dünyanın birçok ülkesinde milliyetçi bazı popülist liderler/partiler iktidara gelmişti. Komünizmi yenerek SSCB’nin çöküşünün şartlarını oluşturan milliyetçilik şimdi de neoliberalizmi yenmektedir. Ulus devletler, küreselleşmenin 1990 sonrasında milli devletlerden aldığı bütün yetkileri geri alarak siyasetin ve ekonominin belirleyicisi olarak geri dönüyorlar. Bu kısa çalışmanın konusu, milli-üniter devlet yapısını incelemek, güçlü yapısını ortaya koymaktır.
Ulus Devlet
“Hakkında bu kadar çok konuşulan ulus devlet nedir?” sorusuna sokaktaki 100 vatandaştan belki bir tanesinden bilimsel anlamda doğru cevap alabiliriz. Ama ne olduğunu da herkes aşağı yukarı bilir. Ulus devletin tanımı zor ve karışık değildir. Ulus devlet, yurttaşlarının tamamının tek siyasal kimlik altında birleştiren devlettir. Ülkede yaşayan bütün etnik gruplar, dilsel gruplar, dinsel gruplar, sosyolojik kimlikleri ne olursa olsun siyasal kimlik olarak tek bir milli kimliğe sahiptirler. Siyasi kimlik olarak benimsenen bu kimlik, genellikle ülkenin kurucusu olan milletin siyasi kimliğidir. Bu milletin, devletin kurulmasını sağlayan ana unsur olması sebebiyle devlete kimliğini vermesi doğaldır. ABD gibi birçok milletten insan gruplarının oluşturduğu bir ülkede bir Amerikan milli kimliğini belirleyen temel kurucu unsur WASP’lar; yani beyaz, Anglo-Sakson ve Protestanlardır. WASP’ların çerçevesini belirlediği “melting pot” (eritme potası) göçmenlerin yeni milli kimlik edindikleri yerdir. Ancak kurucu milletler devlete kimliğini verirken, kimliğini milli/etnik bir kimlik olmaktan siyasi bir kimliğe dönüştürerek, eski anlamını genişletir ve yenilerler.
Bu durum diğer etnik gruplardan gelen vatandaşların diğer sosyal, kültürel, folklorik kimliklerinin inkâr edilmesi veya yok sayılması değildir. Bu kimlikler farklı bir alana, milli kimlik ise siyasal bir kimlik olarak farklı bir alana aittir. Bütün vatandaşlar, bir siyasal milli kimliğe sahip olunca, o vatandaşların oluşturduğu bütüne de millet denilir. Siyaset bilimci Karl Deutsch bu konuda şöyle demektedir: “Ulus-devlet, üyelerinin çoğunluğuna onlara seçenek olabilecek büyük kümelerin tümünden daha güçlü güvenlik, ait olma ya da bütünleşme sunmakta, giderek tek tek bireylere bile kimlik vermektedir.”[7]
Siyaset biliminde millet ve milliyetçilik olgusunun ancak Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nde ortaya çıktığı dolayısıyla milli devlet modelinin de ancak 19. Yüzyılda belirginleştiği yaklaşımı genel olarak kabul edilmekle birlikte, bu iddia Avrupa tarihi için bile ciddi bir şekilde sorgulanması gereken bir yaklaşımdır. Çünkü Avrupa’da da milliyetçiliği 11. Yüzyıla kadar geri götüren bilimsel çalışmalar yapılmaktadır. Modernist Hans Kohn dahi milliyetçilik fikrinin İngiltere’ye 15.-16. Yüzyıllarda Eski ahit ile geldiğini ileri sürmektedir.[8] Azar Gat ve Alexander Yakobson ise “Uluslar-Siyasi Etnisite ve Milliyetçiliğin Uzun Tarihi ve Derin Kökleri” adlı eserlerinde milliyetçiliğin köklerini daha da derine götürdüler. Türk milleti açısından da Göktürk veya Orhun Abideleri’nde 7. Yüzyılda Türk milleti kavramının ve Türk milliyetçiliği fikir ve duygusunun güçlü bir şekilde vurgulandığı görülmektedir.
Bununla birlikte modern milli devletin yaygın bir şekilde gerçekleşmesi imparatorluklar döneminden sonra gerçekleşmiştir. İmparatorluklar, geniş nüfus kitlelerini yönetmenin en iyi yollarından birisinin mümkün olduğunda “bölmek-yönetmek” ilkesine dayanmış olduğunu görmüşlerdir. Bundan dolayı, kurucu hanedanlar ve hanedanın mensup olduğu millet var olan farklılıkları kurumsallaştırmış, teşvik etmiş ve desteklemiştir. Ancak 18. ve 19. Yüzyıldan itibaren daha önce belirli bir ülkede bir hanedana ait olduğu varsayılan egemenliğin milletlere ait olduğu kabulü yerleşmeye başlamıştır. Ülkeler hanedanların malları olmaktan çıkıp, milletlerin yurdu olarak algılanmaya başlamıştır.
19. yüzyıl boyunca gerçekleşen teknolojik ilerlemeler ve kapitalizmin gelişmesi, toplumların ve pazarların demiryolları ve yollar ağları ile birleşmesini; temel eğitimin yaygınlaşması da vatandaşlık bilincinin artması sonucunu doğurmuştur. Böylece, millet olma ve bir millet olarak devlete sahip olma düşüncesi gelişmiştir.
Üniter Devlet
Üniter devlet, bir ülkede bir tek üstün siyasal otoritenin olduğu devlet örgütlenmesidir. Üniter devlet modelinde ülke sınırları içinde siyasal otoritesini sınırlayabilecek bir başka siyasal otorite yoktur. Devletin yasama, yürütme ve yargı organları tektir ve yetki alanları bütün ülkeyi ve bütün yurttaşları kapsar. Üniter devlette bir tek hukuk sistemi bütün yurtta uygulanır. Üniter devlette egemenlikte tektir, parçalanmamıştır. Bu noktada uzun bir alıntı yaparak Prof. Dr. Kemal Gözler’in tanıma daha yakından bakalım.
Devlet, ülke, millet ve egemenlik unsurlarından oluştuğuna göre, üniter devlette, tek ülke, tek millet ve tek egemenlik vardır. a) Üniter devlette, devletin ülkesi tek ve bölünmez bir bütündür. Üniter devlette, millet unsuru da tek ve bölünmez bir bütündür. Milleti teşkil eden insanların millet unsurunu oluşturmalarında din, dil, etnik grup vb. bakımlardan ayrım yapılamaz. Üniter devlette egemenlik de tek ve bölünmez bir bütündür. Tek olan egemenliğin sahası bütün ülkedir. Bu egemenliğe tâbi olan da bütün millettir.
Üniter devlette, devletin yasama, yürütme ve yargı organları bakımından da teklik söz konusudur. Üniter devlette tek yasama organı bütün ülke için kanunları yapar. Üniter devlettin yargı organı da üniter niteliktedir. Ülkenin her yerinde aynı tür mahkemeler vardır ve bunların üst mahkemeleri aynıdır. Üniter devlette, yürütme organı bakımından esas itibarıyla bir “bütünlük” vardır. Üniter devletlerde yürütme yetkisi esas itibarıyla, bu “merkezî idare”nin elindedir.[9] (Kaynağı düzelttim) Birleşmiş Milletlere üye 193 devletin %80’i üniter-ulus devletlerden oluşmuştur. Federal Almanya Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkeler federal devlet olmakla birlikte ulus devlet niteliği taşımaktadır. Bu ülkelerde tek bir millet olmakla birlikte tarihsel gelişimlerinden dolayı birçok devlet/eyalet bulunmaktadır.
Federal Devlet
Fransızca kökenli federe kelimesinden gelen federal devlet, birkaç ülke üzerindeki farklı siyasal grupların, (bunlar ayni milletten de olabilir farklı milletlerden de) siyasal otoritelerin varlığını koruyarak bir üst siyasal otoritenin altında birleşmesidir. Birleşmiş Milletlere üye 193 devletten 27’si federal devlettir. Bunlar; Almanya, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Arjantin, Avusturya, Avustralya, Belçika, Birleşik Arap Emirlikleri, Bosna-Hersek, Brezilya, Etiyopya, Güney Afrika, Güney Sudan, Hindistan, İsviçre, Kanada, Komoros, Malezya, Meksika, Mikronezya, Nepal, Nijerya, Pakistan, Rusya Federasyonu, Saint Kitts ve Nevis Federasyonu, Somali, Sudan ve Venezuela’dır. Federasyonun teorisini Antik Yunan’da bulmak mümkündür. Bazı yazarlar ise federasyonun kökeninin İncil olduğunu ileri sürmektedirler. İbranice, “brit” veya Latince “foedus” kelimeleri bir “covenan” tarafından düzenlenen ortaklık anlamına geliyordu. Şalom, yani barış, “brit” kelimesi ile uluslar arası ilişkilerde gerçek barış öz yönetim ve egemenliğin bölünmesinin bir araya getirilmesi ile ilişkilendirilmiştir. Federalizmin teorik temellerini Johannes Althusius atmıştır.[10]
Federasyon ile ilgili Prof. Dr. Kemal Gözler şu tanımı yapmaktadır: “Federasyon, kendi içlerinde belli bir özerkliği koruyarak iki veya daha fazla devletin aynı merkezî iktidara tâbi olmak suretiyle oluşturduğu bir devlet topluluğudur. Federasyonda “federal devlet ” ve “federe devletler” olmak iki tür devlet vardır. Federe devletlere, “devlet”, “eyalet”, “kanton”, “Länder” gibi isimler verilir. Bunlar federasyonun “üye birimleri” veya “kurucu birimleri”dir.
Federasyonda federe devletler de, federal devlet de birer “devlet”tir. Federe devletlerin her birinin kendisine mahsus bir ülkesi, kendisine mahsus bir halkı ve belli alanlarda sınırlandırılmış olmakla birlikte kendisine mahsus bir egemenliği vardır. Federal devlet de, bir “devlet”tir; çünkü, federal devlet de, bir ülkeye (ki bu ülke federe devletlerin topraklarından oluşmaktadır); bir insan topluluğuna (ki bu topluluk, federe devletlerin ahalisinin bütününden oluşmaktadır) ve bir egemenliğe sahiptir. Federal devlet, federe devletlerin ülke ve insan unsuru üzerinde kuruludur; ancak, federal devlet, kendisini oluşturan bu federe devletlerden ayrı bir devlettir. Federal devlet ve federe devletler ayrı tüzel kişiliklere sahiptir. Federasyonda iki ayrı tür devlet olduğuna göre, aynı ülke ve insan topluluğu iki ayrı devlet egemenliğine ve dolayısıyla hukuk düzenine tabidir. Bu düzenler arasında aşağıda göreceğimiz şekilde bir yetki paylaşımı yapılmıştır.”[11]
Federal sistemlerin işleme ve gelişme şekilleri devlet yapısının altında yatan etnik, sosyal, kültürel ve tarihi özelliklere bağlıdır. Örneğin Belçika ve Rusya Federasyonu gibi federal devletler milli kimlik oluşmasını nerede ise imkansız hale getirecek ayrı milliyetlerden oluşmaktadır. Bu ülkelerdeki farklı dil/milliyet topluluklarının sınırları federal devletin/özerk bölgenin parçasını oluşturan federe devletlerin sınırlarını belirler. Avusturya, Almanya, Avustralya gibi ‘etno-linguistik’ açıdan homojenlik gösteren federal devletler ise federal uygulamalarının üniter devletler ve federal unsurlar barındırmayan toplumlarla uyumlu hale geldiği bir gelişim süreci yaşama eğiliminde olmuştur.[12]
Üniter Devlet İle Federal Devlet Karşılaştırması
Üniter devlet yapısı tarihsel olarak çok uluslu inşa edilen federal devlet yapısından güçlüdür. Hatta tarihsel gerekliliklerden ötürü bir millete dayanan, ulus devlet zemininde kendisini tanımlayan ancak siyasi/idari örgütlenmesini üniter değil, federal sistem çerçevesinde gerçekleştiren Almanya ve ABD gibi ülkelerde dahi üniter sistemin yararları bilimsel zeminde tartışılmaktadır. ABD’nin tarihsel gelişim süreci içerisinde federal devlet karakteri giderek azalmıştır.[13]
Aynı husus Federal Almanya’da da geçerlidir. Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgal rejimini oluşturan ABD, Fransa ve İngiltere tarafından güçlenmemesi için federe devletlerin federal merkezle ilişkilerinde etkili oldukları bir sistem şeklinde kurulmuştur. Bir Türk İçişleri Bakanlığı raporunda bu husus şöyle ifade edilmektedir: “Almanya’da federal sistem İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletler tarafından şekillendirilmiştir. Federal sistemin kurulmasının temel sebebinin, Almanya’da ulusal birliğin yeniden kurulmasını önlemeye yönelik olduğu, bu sebeple egemenlik hakkının eyaletlere dağıtıldığı ve eyaletleri güçlü kılan bir federal sistemin kurulduğu federal yetkililer tarafından dile getirilmiştir. Bu düşünceler ziyaret sırasında birden fazla kişi tarafında ifade edilmiştir.”[14] Ancak Almanya’da üniter devlete doğru bir evrim olduğu gözlemlenmektedir.[15]
Üniter-ulus devletler sosyal ve politik çalkantılara federal-çok uluslu devletlerden çok daha dirençlidirler. Federal-çok uluslu devletleri parçalayan ve sonsuz yıkımlara neden olan sosyal ve politik gelişmeleri üniter-ulus devletler kolaylıkla ve zarar görmeden aşmaktadırlar. Columbia Üniversitesi’nden demokrasi araştırmacısı Prof. Dr. Alfred C. Stephan şöyle demektedir: “Komünizm sonrası Avrupa, federalizm konusunda dikkatli olmamız gerektiğini gösteriyor. Komünist siyasi sistemde sekiz Avrupalı devlet vardı. Bunlardan beşi üniter devletlerdi. (Macaristan, Polonya, Romanya, Arnavutluk ve Bulgaristan) Üçü federaldi (SSCB, Çekoslovakya ve Yugoslavya). Mucizeler yılı 1989’dan yedi yıl sonra bu beş üniter devletten beşi de hala üniter devletti. Üç federal devlet 22 devlete bölünmüştür.”
Üniter devletin anti demokratik bir yapı oluşturduğunu ileri sürenleri tarih ve siyaset bilimi teorisi birlikte yalanlamaktadır. J. Stuart Mill şöyle demektedir: “Birden fazla milletin barındığı bir ülkede hür müesseseleri yaşatmak hemen hemen imkansızdır. Aralarında dayanışma bulunmayan insanlar, özellikle de farklı dillerde okuyor ve konuşuyor ise işleyen temsil mekanizmaları için gerekli kamuoyu birliği sağlanamaz.” Ekonomist Dankward Rustow ise milli devlet ile demokrasi arasındaki ilişkiyi şöyle anlatmaktadır: “demokrasi, arka planındaki bir tek şartla başlar. Milli birlik… Milli birlik, demokratikleşmenin diğer bütün evrelerinden önce gelmelidir.” Milli birliğin olmadığı yerlerde demokrasi bir fanteziden ibarettir. Amerikalı sosyal bilimci Robert Dahl’de bir devletin başarılı sosyal politikalar uygulayabilmek için sağlam bir milli kimlik inşa etmesi gerektiği vurgusunu “sosyal adalet politikalarında başarılı demokratik devletler, birleştirici bir kimliğe sahiptir” sözleriyle ifade etmektedir.[16]
Üniter devletin federal devlete üstünlüğü sadece bölünme ve ağır kriz süreçleri ile de sınırlı değildir. Üniter devletler, yaklaşan felaketlere karşı, federal devletlerden çok daha etkili, kısa sürede yürürlüğe giren önlemler alabilmektedir. Chicago Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Richard A. Posner, “Felaket Üzerine” adlı makalesinde şöyle demektedir: “Kusurlu siyasi kültürle kastettiğim şey kısmen kaderci olmayan bir ulusun ‘bir şeyler yapmalı’ tutumunun, fakat büyük ölçüde de 18. Yüzyılda tasarlanan merkeziyetçi olmayan devlet yapısı ile günümüz Amerika’sı ve onun dünyadaki konumunun karmakarışıklığı ve çeşitliliğinin bu devlet yapısına yönelttiği büyük zorluklar arasındaki etkileşimin bir sonucudur. Yasama, yürütme (ki bunlar İngiltere’deki gibi bir parlamento sistemi içinde etkin bir biçimde kaynaştırılmaktadır) ve yargı organlarının birbirinden bağımsız olması ve yönetim yetkisinin federal kurumlara, eyaletlere ve yerel yönetimlere verilmesi, ortaya çıkan büyük yeni sorunlara karşı devletin zamanında ve uygun biçimde harekete geçmesini çok zor, hatta imkansız hale getirmektedir.”[17] ABD’nin Katrina kasırgası sırasında federal sistemin yavaş çalışmasından dolayı gereken önlemleri almakta çok geç kalınmış ve bir kent yıkılmıştır. Keza Korona salgını sırasında ABD’de federal sistem çok başarısız olmuştur.
Almanya’nın önde gelen siyaset bilimcilerinden Klaus von Beyme, “Federalizm ve Bölgesel Bilinç-Uluslararası Bir Karşılaştırma” adlı kitabında ekonomik ve sosyal yetenekleri açısından üniter devletlerle kıyaslandığında federal devletlerin her zaman daha iyi olmadığını tespit ediyor.[18]
Özetle, 1990 sonrasında parçalanan ülkeler olan Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Çekoslavakya üniter-ulus devlet değil, çok milletli-federal devletlerdir. Bu parçalanmalar sonucunda ortaya üniter-milli devletler çıkmıştır. Sadece bu gerçek bile üniter-ulus devletin federal devlet modelinden daha güçlü olduğunu göstermektedir. Ulus devletler 1990 sonrasında başlayan ve gittikçe yoğunlaşan neoliberal küreselleşmenin bütün saldırılarını, yıpratma ve tasfiye girişimlerini aşarak Koronavirüs salgını sonrası dünyada etkin rol oynamaya hazırlanmaktadırlar.
[1] ACS Demographic and Housing Estimates – 2011–2015″. U.S. Census Bureau. Archived from the original on February 13, 2020. 26 Ağustos, 2017.
[2] “Artan Hispanik Etkisi-ABD’de Beyazlar Azınlık Olursa Ne Olur?”, Aydın, İstanbul Aydın Üniversitesi, 1 Temmuz-1 Ağustos 2012, s.21
[3] Samuel Huntington, Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, Global Yayın Ajansı, İstanbul 2004 ve Francis Fukuyama, State Building, Governance And World Order in the Twenty-First Century, Cornell University Press, 2004. Her iki kitabında 2004 yılı içinde yazılmış olması bir tesadüf değildir.
[4] Küreselleşme-milli devlet ilişkisi konusunda bkz. Fahri Atasoy, Küreselleşme ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınları, İstanbul 2005 ve Kadir Koçdemir, Milli Devlet ve Küreselleşme, Ötüken Yayınları, İstanbul 2004.
[5] 5 Şubat 2011’de Münih Güvenlik Konferansında yapılan konuşmadan
[6] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/2023te-eyalet-ozerklik-olacak-mi-50992yy.htm
[7] Türkkaya Ataöv, Federasyon, Başkanlık yarı Başkanlık, Destek Yayınları Ankara 2011, s.15
[8] Özcan Yeniçeri, Bağımlılık Paradigmaları ve Türk Milliyetçiliği, Kripto Yayınları, Ankara 2011, s.185
[9] Kemal Gözler, Anayasa Hukukuna Giriş, Ekin Basım Yayın – Hukuk Kitaplar, 2011. s. 59.
[10] Klaus von Beyme, Föderalismus und regionales Bewusstsein-Ein international Vergleich, Beckische Reihe, München 2007, s.10
[11] Kemal Gözler, agm.
[12] Alan Fenna, “Form and Function in Federal Systems”, Australian Journal of Political Science”, Vol.46, No.1, 2011, s.171,172’den aktaran Sezgin Mercan, Federal Devlet Yapılanmaları ve Özellikleri
[13] Alan Fenna, “Form and Function in Federal Systems”, Australian Journal of Political Science”, Vol.46, No.1, 2011, ss.171,172’dan aktaran S. Mercan, agm.
[14] Hürriyet,2 Nisan 2013, Taha Akyol, “Federal Sistem”
[15] S. Mercan, agm.
[16] Ali Asker, Devlet, 21. Yüzyılda Prens-Siyaset ve Devlet Yönetimi, Kripto Yayınları, Ankara 2012,içinde s.121
[17] Richard A. Posner, “Felaket Üzerine”, içinde Kör Nokta (ed.) Francis Fukuyama, (ed.) Kör Nokta-Gelecek Senaryolarını Öngörmek, Ankara 2008, s.26
[18] Klaus von Beyme, Föderalismus und regionales Bewusstsein-Ein internationaler Vergleich, beckische Reihe, München 2007